Dr. Suat Günsel Girne Üniversitesi Hastanesi Başhekimi Prof.Dr.Nail Bulakbaşı 14 Mart Tıp Bayramı dolayısıyla bir açıklama yayınladı:
“ Etimolojik olarak Arapça “bilme” anlamı taşıyan “hkm” kökünden türemiş olan ve iyileştirici, şifa dağıtan anlamındaki “Hekim” sözcüğü; tarihi süreç içerisinde hikmet sahibi, hâkim, filozof, tabip, doktor anlamlarına da bürünmüş ve yüzyıllar boyunca “hem ruhsal hem de bedensel olarak tam sağlam olma hali” olarak tanımlanan sağlığın koruyucusu olarak görev yapan, seçkin kişilere atıf olunmuş özel bir isimdir.
İnsanlığın ilk dönemlerinden beri sağaltım yapanların ilahi güçler taşıdığına inanıldığı için “Hekim” kelimesinin Tanrısal bir anlam taşıması şaşırtıcı değildir. Bu ilahi özellik nedeniyle hekimler tarihin her döneminde toplum içinde saygı gören, ayrıcalıklı bir mevkide bulunan ve otorite tarafından hem kollanan ve aynı zamanda da çekinilen bireyler olmuşlardır. Asklepios’tan bu yana Hipokrat, Aristo, Galen, Ebubekir el-Razî, İbn-i Sina gibi tarihteki bütün büyük hekimlerin aynı zamanda büyük filozoflar olması da aynı nedenle şaşırtıcı değildir. Çünkü hepsi bilinmezin arayışı içerisinde yer almış, yaşamın kaynağı olarak kabul edilen canlı bedenin sırrını çözmek ve nasıl işlediğini bulmak konusunda bilimsel ve felsefi olduğu kadar zaman zaman dini yaklaşımlarda da bulunmuşlardır. Bu nedenle özellikle orta çağ sonunda tıp; felsefe ve dinle iç içe geçmiş bir sarmal içine hapsolmuştur. Rönesans ve Reform hareketleri sonrası özellikle sanatsal amaçlarla başlayan kadavra incelemeleri, modern, temel anatomi ve biyolojinin bilimsel temellerini oluşturmuş ve tıbbın dinin baskıcı kıskacından sıyrılarak, özgür ve deneye dayanan çağdaş kalıbına girmesini sağlamıştır. 17. ve 18. yüzyıllar boyunca devam eden bu aydınlanma süreci, artık tıbbın bir bilim olarak belli kurallar içinde öğretilmesi gereğini ortaya çıkarmış ve başta Avrupa’da olmak üzere belli tıp ekollerine ait okullar kurulmuştur.
Avrupa’daki bu gelişmelere paralel olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, savaşlar sırasında verilen kayıpları azaltmaya yönelik olarak, tıp okulu açma girişimleri birkaç kez denense de ya dini baskılar nedeniyle gerçekleşmemiş ya da her zaman olduğu gibi Yahudi veya Hristiyan azınlığa verilen bir ayrıcalık olarak kalmıştır. Bu baskı ancak Avrupa’dan yaklaşık 300 yıl sonra II. Mahmut döneminde kırılabilmiş ve Hekimbaşı Mustafa Behçet’in çabalarıyla 14 Mart 1827’de, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire şeklinde, Mekteb-i Tıbbiye’nin ilk nüvesi kurulmuştur. Kurulmasından sonra özellikle Alman ekolünde ve Alman hocalarla birçok hekimin yetişmesini sağlayan Tıp Fakültesi, maalesef 3 Şubat 1919 tarihinde İngiliz askerleri tarafından işgal edilmiştir. Var olan işgal yasakları altında, okulun işgalini içlerine sindiremeyen Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti üyesi genç Tıbbiyeliler durumu protesto etmek için çare aramaya başlamış ve 14 Mart 1919 günü Darülfünun Konferans Salonunda Mekteb-i Tıbbiye’nin kuruluşunun 92. yıl dönümü kutlamaları amacıyla bir çay ziyafeti düzenlenmesi için izin almıştır. Bu toplantıya Feyzullah İzmidi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa’nın yanında Dr. Memduh Necdet Otman, Dr. Akil Muhtar Özden gibi Tıp Fakültesi’nin ileri gelen hocaları da katılarak destek vermiştir. Bu toplantıda söz alan Dr. Memduh Necdet Bey “İstanbul bizimdir, çünkü şehitler ve tarih, buradadır, Halife ve Hakan yatağı burasıdır” diyerek alkışlarla sözlerini bitirirken, aynı zamanda işgale baş kaldırışının sembolü olarak 14 Mart’ın, tarihe bir not olarak düşmesini sağlamıştır.
Bundan birkaç ay sonra 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkışıyla başlayan Kurtuluş Savaşı sırasında Dr. Refik Saydam, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Tunalı Hilmi, Dr. Tevfik Rüştü Sağlam, Dr. Rasim Ferit, Dr. Adnan Adıvar, Dr. Rıza Nur gibi saymakla bitmeyecek bir çok hekim ile eğitimlerini yarıda bırakarak cepheye koşan genç tıbbiyeliler, vatanın kurtarılması ve kurulan yeni cumhuriyetin en büyük sorunlarından biri olan sağlık reformunun gerçekleşmesinde her zaman Atatürk’ün yanında olmuş , onunla omuz omuza çalışmışlardır. Bu nedenle 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, yurdumuzda modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilen ve sonrasında işgale başkaldırının sembol tarihlerinden biri haline gelen 14 Mart günü, “Tıp Bayramı” olarak kutlanmaya başlanmıştır. 14 Mart tarihi Türkiye Cumhuriyeti’ne özgü bir gün olmakla birlikte, dünyadaki birçok ülkede tıp bayramı benzer içerikle ancak farklı tarihlerde kutlanmaktadır.
14 Mart Tıp Bayramı, genelde sağlık sisteminin ve hekimlerin mesleki sorunlarının dile getirilip tartışıldığı bir ortam olarak kullanılmasının yanında kanımca, toplumdaki saygın konumu gün be gün erozyona uğrayan “hekimliğin” anlam ve öneminin vurgulanması, bizler için de toplum için de tekrar hatırlanılması ve hatırlatılması gereken bir tarih olmalıdır. Çünkü tarih boyunca hekimler bulundukları topluma sadece sağlık dağıtmakla kalmamış, spor, güzel sanatlar, müzik, politika gibi sosyal yaşamın her alanında toplum değerlerinin yükselmesine katkı koyan görev ve sorumluluklar almışlardır. En yakınımızdan Dr. Fazıl Küçük, Dr. Burhan Nalbantoğlu bunların en mükemmel birer örneğidir. Bu nedenle son zamanlarda hekimlik mesleğinin değerini azaltmaya ve hekimleri hedef olarak göstermeye çalışan her türlü tavır, söylem ve saldırılardan vaz geçilmeli ve bu tip söylemler desteklenmek yerine şiddetle kınanmalıdır. Çünkü unutulmamalıdır ki, herkes bir gün iyi bir hekime ihtiyaç duyacaktır.
Günümüzdeki büyük teknolojik ve bilimsel gelişmelerle bağlı olarak mesleğimizin yapılma şekli ve çalışma koşulları değişse de, tıbbın ilk ve en temel kuralı halen geçerliliğini korumaktadır: “Primum nil nocere – Önce zarar verme.” Bu düstur ışığında öncelikle tıp eğitiminin mükemmelleştirilmesi konusunda herkes üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmeli, hekimlerin yetişmesi ve tecrübe kazanması için gerekli en iyi eğitim şartları yaratılmalı ve her şeyden önemlisi, aslında dünyadaki en eski zanaatlardan biri olan hekimlikte, ustalardan çıraklara verilen “el”in temiz, doğru ve ahlaklı olması sağlanmalıdır. Çünkü iyi hekimlik için; kılı kırk yaran bir titizlik, deneyimle özümsenmiş bilgi ve vicdanla sarmalanmış sağlam bir etik anlayış gereklidir. Bu vesile ile özellikle genç meslektaşlarıma hatırlatmak isterim ki, hekimliği kutsal kılan, öncelikle bizlere emanet edilen “Can”ın kıymetini bilmek ve korumak, daha sonra da her şart ve durumda; yaş, inanç, dil, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özellik ayrımı gözetmeksizin herkese eşit olarak sağlık hizmeti vermektir. Bu hizmetin ana teması insan olsa da genel anlamda tüm canlılar yani yaşamın kendisidir. Bu nedenle çağdaş iyi hekimlik uygulaması, hastalıkların tanı ve sağaltımı kadar hastalıkların ortaya çıkışını engellemeye yönelik koruyucu sağlık hizmetini de içermelidir. Bu yaklaşım sadece sağlığın değil hem çevremizin hem de dünyamızın da korunmasını sağlayan bir uygulamadır. Ama tüm bu ulvi görevlerinin ötesinde iyi bir hekim, öncelikle yaşamın her türüne hem sevgi hem de saygı duyan bir insan olmalıdır.
Hekimlik mesleğine başlarken ettiğimiz Hekimlik Ant’ında da belirtildiği gibi, Hekimlik mesleğinin onurunu ve saygın geleneklerini bütün gücüyle koruyan ve geliştiren; hastasının sağlık ve esenliğine her zaman öncelik veren; yaşamını insanlığın hizmetine adamış tüm meslektaşlarımın, 14 Mart Tıp Bayramını kutluyor, sağlık ve esenlikler diliyorum. “
Prof.Dr.Nail Bulakbaşı
Dr. Suat Günsel Girne Üniversitesi Hastanesi Başhekimi